Hikaye anlatıcısı, şair ve yazar Sunay Akın ATF24 sahnesinde “Cumhuriyet, Kültür ve Turizm” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Akın katılımcılara kimi zaman coşku kimi zaman umut kimi zaman neşe hissettiren bir sunum gerçekleştirdi.
Turizm sektörünün tüm paydaşlarını, Antalya’da buluşturan Antalya Turizm Fuarı (ATF) bu sene birbirinden renkli panellere ev sahipliği yaptı. Antalya Expo Center’da düzenlenen ATF24, 30 bin ziyaretle kendi rekorunu kırdı. Ünlü şair, hikaye anlatıcı ve yazar Sunay Akın, etkileyici bir sunum gerçekleştirdi:
Anadolu’ya, bir kasabaya, bir kente bir tiyatro geldiğinde inanmıyordu tabii insanlar.
Bu yüzden gelen sanatçılara derlerdi ki, “Çıkın bir dolaşın kasabada da sizi bir görsünler.” Onlar böyle yürüyorlardı. Nejat abiden dinlemiştim bunu. Nejat Uygur, Erol Günaydın.
“Ya” diyordu, “Biz yürüyorduk böyle, önde bir arkadaş bağırıyor: Başlıyor, başlıyor bu akşam.” Ben de öyle başlıyorum işte.
Hazırız. Hadi yola çıkalım. Yolumuz uzun!
Kültür ve Turizm!
Victor Hugo der ki, “Ey şair bana yağmurdan bahsetme yağdır.”
Önümüz 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, Cumhuriyetimizin 101. yılını kutlayacağız.
Çok değerli inşaat mühendislerimiz, mimarlarımız var, çok güzel yer bilimcilerimiz var.
Peki bana söyler misin? Neden her deprem sonrasında sen enkaz altındasın?
Bunun nedeni Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözünü hala anlayamamış olmamızdır:
Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.
Temeli kültür yapmazsak; çok değerli inşaat mühendisleri, çok değerli mimarlar, çok değerli ekonomistler…
Ama enkaz…
Ne demek temeli kültür yapmak?
Hadi yola çıkalım.
Biraz yağmur yağdıralım.
Bir tabloyla başlamak istiyorum.
ANKARA’NIN TİFTİK KEÇİLERİ
Hollandalı ressam Vanmoor’un bir tablosu. Öyle çok tanınmış bir ressam değil. Yani Van Gogh değil: Vanmoor, Hollandalı. Rijksmuseum’da onun eseri. Yaklaşık 200-250 yıl önce bu bizim ülkemize geliyor. Kentleri, insanları resmediyor. Bu tablonun adı Halep. Bu tablo Rijksmuseum’un envanterine Vanmoor’un yapmış olduğu Halep tablosu olarak kaydedildi. Ta ki Prof. Dr. Semavi Eyice üstadımız ortaya çıkana kadar.
Semavi Eyice dedi ki, “Hayır yanılıyorsunuz, orası Halep değil, Ankara.”
Semavi Eyice bu tablonun Ankara olduğunu kanıtladı.
Neyle? Bakın hemen şu sağ alt köşede ne görüyorsunuz? Ankara’nın tiftik keçileri.
Tiftik keçileri! Anadolu kültürünün insanla buluştuğu hayvan, insan ilişkisinin ekonomiye dönüştüğü -kültür varsa ekonomi vardır.- İşte bununla onu kanıtlıyor ve bu hata düzeltiliyor.
Peki Ankara’nın tiftik keçilerini başka nerede görüyoruz?
Tiftik keçisi denildiğinde aklınıza ne gelir?
Hiç yormayayım sizi.
İşte size tiftik keçisi.
Ne mi ilgisi var?
Dostlarım büyük bir satranç oyununun içindeyiz. Satranç bilgiyle oynanır. Satrançtaki taşların bilgisine hakimsen. Bilgiyi üretip yönetirsin. Satrancı bilmeyen biri ne oynayacak? Dama. Dama da amaç ne? Dolar mı alsak? Euro mu alsak? Altın mı? Ey Özgür Demirtaş söyle bize! Halbuki Özgür bize ‘satranç oynayalım’ diyor. Bizim amacımız taş yemek günü kurtarmak.
Evet tiftik keçisi. Ne mi ilgisi var?
Dostlarım hangi nedenle olursa olsun bir ülkenin bayrağının yakılmasına karşıyım.
Çünkü bayraklar politikaları temsil etmez.
Dün kavga ettiğinle bugün barışıyorsun. Ne oluyor?
Bayraklar kültürleri temsil eder.
Her bayrak çok güzel ama estetik anlamıyla söylüyorum; En güzeli de bizimki!
Gerçekten bu kadar romantik, bu kadar lirik, lirizm var. Lirizm ya tepeden tırnağa, şiirsellik var.
Peki neden hilal, neden yıldız?
Bağımsızlığımızın, özgürlüğümüzün ve bir arada yaşama kültürümüzün simgesi olan bu bayrakta hilal ve yıldız nasıl bir araya geldi?
Niye düşünüyorsun ilkokul 1?
Yerde ne var?
Başka bir şey mi öğrettiler?
Geçiyorduk, ne oldu?
Yansıdı.
İyi ki oradan geçiyorduk.
Yani yansıma burada, biz böyle gitsek yok. Tesadüf, rastlantı.
Hangi savaşta bulduk?
Seyirci: Kosova
Hangi savaş? Söyle.
Seyirci: Çanakkale
Hangi savaş?
Seyirci(ler): Balkanlar, Kurtuluş, Mohaç, Estergon.
Çok az da ‘Mercidabık.’
Türkiye’nin her okulunda hikaye aynı savaş değişiyor ama değişmeyen bir şey var. İyi ki oradan geçiyorduk!
Okulların duvarına Atatürk’ün şu sözünü yazıyoruz: “Hayatta tek doğru yol bilimdir.”
O çok kültürlü bir insan. Ne demek? Bilginin yolunda yürüyen insan demek değil mi?
Kültürlü, ne demek? Okumuş insan demek. Öyle değil mi? Türkçe’de böyle kullanıyoruz.
Peki, bilgiye ulaşmak için adımlar nedir? Sorular.
Sorular sorarsan, bilgiyi üretir ve yönetirsin. Atamız bunu bize miras bırakmış. Sora sora…
Ne demek sora sora, Bağdat bulunur? 13. yüzyıla kadar bilginin merkezi bizdik, doğudaydı. Batının nesi vardı Haçlı seferlerinden başka? Bağdat kütüphaneleriyle ünlü. “Sora sora Bağdat bulunur.”
Sen gerçeği aramak istiyorsan, sorularsa adımların, kütüphanelerdir yerin.
Yanlış hesap?
Seyirciler: Bağdat’tan döner.
Ana gibi yar? Ne demek ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz?
Ana gibi ne olmaz? Yar, sevgili. Hayır!
Oradaki sözcük ana değil, ane,
Ane, Bağdat yolu üstünde bir yarın, uçurumun adıdır.
Peki Atam burada bana ne demek istedi? Nasıl bir kültür mirası bıraktı? Ne demek ane gibi uçurum, Bağdat gibi diyar olmaz?
Yani sen sorular soruyorsan, gerçeği arıyorsan yürüyeceğin yol düz değildir. Uçurumlarla doludur. Senin arabana bomba koyarlar, seni diri diri yakarlar, seni içeri atarlar. Ama Bağdat gibi de diyar olmaz.
Aşığa Bağdat sorulmaz. Neden?
Çünkü o aşık, bu anlattıklarım aşktan hiçbir şey aramıyor. Aşk başka bir şey.
Peki neden hilal, neden yıldız? Nasıl bir araya geldi?
Veksilloloji, bayrakların tarihini araştıran bilim dalı.
Çok kısaca anlatacağım; Hilali sadece bayrağımızda görmüyoruz. Hangi mimari yapının en üst noktasında hilal durur? Alemlerde, camilerin, minarelerin alemlerinde. Onları biz taşıdık, Türk kültürü. İslamiyet’ten önceki dönemde kültürümüz var. Bir kişiye hilali verirdik ve evinin en üst noktasında hilali koyardı. En üst noktasında hilalin olduğu evin kapısında, sabah insanlar kuyruğa girerdi. Kimlerdi? Hastalar. Çünkü hilalin altında oturan hekimdi.
Bizim kültürümüzde hilal, bilginin simgesidir. Neden doğadan bilginin simgesi olarak hilali seçtik? Karanlığa aydınlatan ışık. Ya doktora niye gidiyorsun? Yüzünü görmeye mi? Ondaki bilginin ışığına gidiyoruz biz. Sadece hastalar değil, eğer alacak verecek varsa davalı-davacı da kuyruktaydı. Niye? Mahkemeye de o bakardı. Aramızdaki en bilgili insan, en kültürlü insan, okumuş insan. Bir toplumda bilginin ışığı varsa adalet vardır. Bir toplumda bilginin ışığı yoksa istediğin kadar büyük adliye sarayları yap, o toplumda adalet olmaz. Hilal ne demek anlaşıldı mı?
Ve bu bilge insan bir sabah aniden terk eder. Yine herhangi bir konuda onun bilgisine muhtaç olan kapısına geldiğinde, bak artık yok gitmiş. Çünkü şandan, şöhretten, ünvandan sıkılırdı.
Ya da bir gün birine, “Bana bak sen benim kim olduğumu…” Hani ondaki bilginin ışığına muhtacız ya, o muhtaciyet onda egoya, kibre dönüşmeye başlıyor. Bunu hissederse terk ederdi, giderdi. Kendini başka bir kentte yeni bir adla var etmeye giderdi.
“NE DEMEK EŞEĞE TERS OTURMAK?”
Müthiş bir şey bu, kültüre bak ya! Şandan, şöhretten sıkılır ya da o muhtaciyetiniz onda egoya, kibire dönüştürür. Terk ederdi o kendini. Kendini yeni bir adla başka bir kentle var etmeye giderdi ve bunu yaparken, ayrılırken o sabah o kentten, geride bıraktığım şana, şöhrete sırtımı dayayacağım, o ayıbımla göz göze geleceğim diyebilmek için o bilge insan o sabah eşeğine ters oturarak giderdi. Buna fıkra dedik güldük.
Ne demek eşeğe ters oturmak? Bu nasıl bir bilgeliktir?
Elimde olsa Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kapısına bir heykel dikerim. Bir adam eşeğe ters oturmuş. İçeri gelen milletvekillerine der ki heykel, benim kültürüm, “Eğer buraya taşıdığım bilginin ışığıyla şu güzel insanların sorunlarına çare bulmak için geldiysen hoş geldin. Ama burayı makam, mevkiin, kendi çıkarın için kullanacaksan burada yerin yok. Atan gibi yap. Eşeğine ters otur, buradan git.”
Bu eşeğe ters oturmak kültürümüzde, Osmanlı döneminde ceza olarak kullanılmış. Diyelim ki hepimiz ayakkabı yapımcısıyız, hepimiz turizmciyiz. Ama birimiz işine hile, hurda katıyor. Böyle biri tespit edilirse işine hile, hurda katan, eşeğine ters oturtulup gezdirilirdi.
Nedir kültür? Aslında ben tiftik keçilerini arıyordum değil mi?
Keçileri mi kaçırdık?
Bak nerelere geldik?
Bizde bir söz var. Çok eski bir kültürümüze ait, Türk kültürüne ait söz: “Abdal geyiğe, kahraman ata, bilge eşeğe biner.” Bak burada da bilgi ve eşek kavramını iç içe görüyoruz.
TÜRK BAYRAĞININ DOĞUŞU
Neyse, çok kısa anlatıyorum; bizde ilk bayrağı Sultan III. Selim yapıyor, 1800’lü yılların başında. Bu III. Selim çok ilerici, çağdaş bir insan. İlhami mahlasıyla şiirler yazıyor. Kanı akıtılarak öldürülen son padişah III. Selim. Katiller odadan içeri girdiğinde Selim’i öldürmek için Selim katillere karşı canını neyle savundu?
Neyle savundu!
Ney çalışıyordu.
Bunlar dizilerde olmaz. Kültür.
Şu anda Amerika’da hala bir fabrika piyano üretiyor ve hala piyanosunun içine tarihteki en büyük piyano severlerin armasını koyuyor.
Onlardan biri kim?
- Abdülhamit’in tuğrası.
Ne? Dizide var mı?
Nedir kültür?
Selim bakıyor ki herkes hilal sayısını arttırarak kendine bayrak dikmiş.
Şimdi ben altıncısı düzenlenen bu güzel turizm fuarına geldim.
Diyelim ki sizin fuarın bayrağı 10 hilal.
Ben İstanbul Oyuncak Müzesini kurdum, bizim direkte de 10 hilal. Ben 11 yapayım.
Ben İstanbul’daki askeri müzenin arşivinde yaptığım çalışmalarda üstünde 21 tane hilal olan bayrak da gördüm. Herkes hilali arttırıp bayrak yapmış.
Selim diyor ki, “Böyle olmaz. Bir ülkenin direğinde bir bayrak olur indirin.” Oraya tek hilali III. Selim koyduruyor. Yaklaşık 220 yıl önce. Dahası ve önemlisi hilalin yanında yıldızı yine Selim koyduruyor. Hilal ve yıldız III. Selim döneminde ilk kez bayrakta yan yana gelmiş. Ama o yıldız bu yıldız değildir. Kaç köşesi var?
Selim’in koydurduğu ilk yıldız 8 köşelidir, bayrağımızdaki ilk yıldız 8 köşeliydi. 8 köşeli yıldız semiyoloji, şekil biliminde -üstadım veksilyoloji ile ilgileneceksek etimolojiyi, semiolojiyi de bilmemiz gerekiyor- ‘zafer’ demektir. Bizim 220 yıl önceki bayrağımızla ilgili bir metin yazacak olsak, ne deriz? Zafer ancak bilginin ışığında ulaşılır. Bilginin ışığı varsa zafer vardır. Yoksa sen karanlıktasın zaten.
Ne zaman beş köşeli oldu? Nerede bulduk onu? Nerede rastladık? Onun da adı Sultan Abdülmecit. 1840 yılından sonra bayraktaki sekiz köşeli yıldız kaldırılıp oraya beş köşeli yıldızın konduğunu görüyoruz. 1840 yılından sonra 5 köşeli yıldız kondu. Neden?
Bunun nedeni bir yıl öncesi 1839. Mustafa Reşit, büyük entelektüel münevver, 1839 yılında ilk kanun düzenlemesini yazıyor.
Hani senin anayasa dediğin.
Ve birinin hakkından ilk kez orada söz ediliyor.
Kimdir tarihimizdeki ilk kanun düzenlemesinde hakkından söz edilen?
‘İnsan’, insan hakkından söz edilen ilk düzenleme.
Bunun üzerine bayraktan sekiz köşeli yıldız kaldırıldı, oraya beş köşeli yıldız kondu.
Çünkü şekil biliminde sekiz köşeli yıldız zafer demekse, beş köşeli yıldızın bir tek anlamı vardır.
İnsan.
İnsana ancak bilginin ışığında ulaşabilirsiniz. Siz bana kültüründe anlamı bu kadar zengin, derin ve güzel ve bu kadar estetik öyküsü olan başka bir bayrak gösterebilir misiniz?
Bilginin ışığı ve insan ilişkisini size şöyle anlatabilirim; Hepinizin hayatı bir gün içinde güneşin hareketidir. Doğarız ve batarız. Öyle değil mi?
Peki, Yaradanın sadece bize koyduğu güneş nedir?
Akıl. Bir insan doğduğunda ne kadar çok seviniyoruz. Dünyaya geldi ama daha yükselecek. Nasıl yükselir bu güneş? Akıl neyle yükselir?
Okuyarak, bilginin yolunda giderek yükselir. Güneş en tepedeyken, öğle vaktinde, etrafında ne olmaz? Gölgeler…
“CEHALETİN VE BİLGİSİZLİĞİN GÖLGELERİNDEN KURTUL”
Bu anlattığımın kültürümüzdeki karşılığı nedir?
Ramazan.
Ne mi ilgisi var?
Sav, kutsal kitaptaki sözcük. Oruç dediğin savdır. Oruç farsça, e kutsal kitap Arapça. Orada oruç yok ki. Sav. “Siyam” diye okunuyor.
Sav sözcüğünün anlamı ne? Oruç sözcüğünün yani, gerçek anlamı ne?
Kendini tutmak.
Başka bir anlamı daha var; gün içinde güneşin en tepede olduğu an. Cehaletin ve bilgisizliğin gölgelerinden kurtul. Arkadaş senin Ramazan dediğin kitabın geldiği ve sana “oku” denilen ay!
Hoca efendi, dişlerimi fırçalarken yuttum macunu, oruç bozuldu mu?
Bunu soranın bir kabahati yok.
Düşün onca Ramazan geldi geçti. Bu niye konuşulmaz?
Şimdi Mustafa Kemal Atatürk, ibadeti Türkçeleştirdiğinde, efendiler din değil, dil meselesidir dedi, anlaşıldı mı?
Özgür, (Seyirciler arasında bulunan Özgür Demirtaş’a) ukalalığıma ver, ben çok kitap okudum. Bir tek kitap bana geldi, ben bunu okuyup anlamayacak kadar aptal mıyım?
Bana geldi ha, sana gelmedi, “git, Özgür bunu Sunay’a anlat” diye.
Bana geldi ve “oku” dendi.
Türkçe benim ses bayrağım, kültürüm. Ancak kültürünüzün içine temel yaparsanız cehaletin ve bilgisizliğin gölgelerinden kurtulursunuz. Ne kadar güzel baksana ya. Sen kurban ol Ramazan’a be!
Alemlerin tepesinde ne olur? Hilal, hilal neyin simgesidir? Bilginin. Yeryüzünde bir tek ibadethane var ki en üst noktasında temsil ettiği dinin simgesi olmasın.
Sinagoglarda Davud yıldızı, saygılıyız.
Kiliselerde haç, saygılıyız.
Bizde hilal, anlattım ne olduğunu…
İstanbul’da Defterdar Camii var, Haliç’in kıyısında. Nazlı Mahmut Efendi yaptırdı 1541 yılında. Mimar Sinan’ın çıraklık eseri. Git bak en üst noktasında hilal durmuyor. Ne duruyor?
Hokka ve kalem.
Yazı, bilgi araç gereçleri.
Yeryüzünde en üst noktasına yazı, bilgi araç gereçleri konulan tek ibadethaneyi benim kültürüm yapmıştır.
Ukalalığıma ver ben dünyayla satranç oynarım, hodri meydan. Yok böyle bir yer. Mahmut Efendi bugün yaşasaydı neyle yazardı? Hokka kalem kullanmaz ki. Bugün bilgi araç gereçleri nedir? Bilgisayar, klavye. Hadi al eline, git yeni yapılan bir camiye, koysana!
Atan 500 yıl önce yapmış bunu neredeyse be!
Hokka ve kalem. Fırtınada düştü kırıldı. Ben yıllarca uğraştım hokka ve kalemi oraya koydurdum.
Gidin görün işte.
Aha sana turizm.
Gidin görün.
Hoş geldin Ramazan. Güle güle Ramazan.
Ey oruç tutan, kitabın geldiği ay sana da “oku” denmiş.
Etrafın gölge dolu.
Anlaşıldı mı? Kültür.
Türkçe benim ses bayrağım. Bu akıl Türkçe ile çalışır. Dünyaya da bedeldir. Akıl.
Ya biz keçileri arıyorduk ya.
Tiftik keçileri arıyorduk.
Bayraklı tiftik keçileri.
İlk bayrak kanunu 1936 yılında çıktı. 1936 yılına kadar bayrağımıza gelen ve yıldızın oranı, birbirine yakınlığı, mesafesi, hilalin açıları terzilerin marifetine kalmış. Terziler alıyor ellerine kumaşları, nasıl kesiyorsa öyle bir hilal, öyle bir yıldız. 1936 yılında bayrak kanunu çıkıyor ve bayraktaki hilal ve yıldızın geometrik düzlemi belirleniyor. Niye 1936? Çünkü Atatürk geometrik kitabını o yıl yazıyor.
Bayrak kanununun ilk maddesi nedir? Hilal ve Yıldız, şilte kumaşının üstüne konularak bayrak yapılır Hilal ve Yıldız. Şilte nedir? Ankara’nın tiftik keçilerinden yapılan kumaş. Yani diyor ki, eğer siz ekonominizi üretime, üretiminizi de kültüre dayandırmazsanız, bayrak diye astığınız hiçbir zaman bağımsız olamaz.
Aslolan üretimdir!
Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.
Kültürü temel yapan ve kültürden üreten, Ankara’nın tiftik keçilerinin peşinde koşan o çiftçi, o hayvancı, o çoban…
Sonra getiriliyor, sonra dokumak, sonra o kumaşları pazarlamak, satmak. İşte o zaman bayrak olur. Neymiş bayrak?
Peki, hadi gelin yine bir resimden içeri daha girelim.
Resim sanatında kitabın konu olduğu tablo çok az. Natürmortlarda karşınıza çıkar resim sanatında kitap. Kitap okuyan insan konulu tablo daha da az. Hele o tabloda kitap okuyan insan, kadınsa araki bulasın.
Şimdi resim sanatında son derece ender olan tablolardan biri.
Alman şair ve yazar Goethe’nin kitabını okuyan bir kadın.
Daha önce bu tabloyu gören var mı?
Ressamın adı? Abdülmecid Efendi. Bir Türk ressam. Abdülmecid Efendi ressam. Görevi ne? Halife. Son halife Abdülmecid. Başka bir tablosunu görmek ister misiniz? Buyurun:
Haremde Beethoven
Bak yine piyano çıktı.
Dizilerde bir piyano yok mu?
Hiçbir milletin geçmişi sütten çıkmış ak kaşık değil, tamam. Ama biz geleceğe bilginin ışığını, insanı daha huzura, barışa, aydınlığa taşıyan bilginin ışığını taşıyacağız.
Bırak kötü orada kalsın.
Bakar mısın sen şu güzelliğe ya, bakar mısın?
Bak bu Duru Şafak, halifenin kızı, piyanist.
Peki bu ne? Beethoven. Beethoven’ın bir üstü sarayda. Bu tablodaki tek heykel Beethoven değil. Bakın orada Duru Şafak Hanım’ın hemen arkasında bir karanlık var.
O ne? Merak ettim.
O da bir heykel.
Ama tabloda her şey ışık altındayken o karanlık. Neden?
Ve nasıl bir heykel? Buldum. İşte heykel.
Kimdir o? Abdülaziz.
Sultan Abdülaziz. Şu andan itibaren başlayarak, Cumhuriyet’ten önceki heykel öykülerini anlatsam, gece 12’de kalkarsınız.
Biz bu bilginin ışığına hakim olsaydık, cehaleti heykellere düşman olan gölgelere sanatımızı kurban ettirmezdik.
Peki niye karanlık, onu merak ettim.
E oradaki Abdülaziz, Abdülmecit’in babası değil mi?
Abdülmecid öldüğünde ya da öldürüldüğünde, işin polisiye tarafı, yarı aydınlar onu televizyonda konuşsun, boş ver.
O daha bir çocuk, babasını yaşayamadı ki. Bir çocuğun babasına duyduğu özlem.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.
Şimdi bu Sultan Abdülaziz zamanında İskenderiye Limanı’na bir deniz feneri yaptıracak.
Ama Abdülaziz diyor ki; bir dakika, bu deniz feneri mimarisi olmasın böyle.
Bir heykel olsun, kocaman bir heykel.
Deniz feneri ama heykel.
Kim yapar bunu?
Bulun!
Abi bizimkiler düşüyor Avrupa’ya, bir heykeltıraş buluyorlar.
Diyorlar ki ya biz deniz feneri yapıyorduk ne güzel, dedi ki “Yok bu kocaman heykel olsun.”
Sen yaparmışsın, yapabilir misin?
(Duruyor düşünüyor) “Büyük bir heykel, bana bir hafta verin.”
Bir hafta sonra tekrar gidiyoruz heykeltıraşa. Bir maket yapmış.
Bunu gösterin sizinkine, beğenirse yaparım.
Alıyoruz, Abdülaziz’e gönderiyoruz. Abdülaziz tamam diyor, bunu yapsın.
Abi çok sevdi, ne kadar para istiyorsun?
Telifte anlaşıyoruz. Telif ödemeye başlıyoruz.
Bir taksit, iki taksit. Heykel yapılmaya başlanıyor ama bizde para bitiyor.
Heykeltıraşa diyoruz ki; ya üstad kusura bakma biz bunu satın alamayacağız, para bitti.
Yapacak bir şey yok, heykel yarım kalıyor.
O heykeltıraş bir başka kentten heykel siparişi alıyor.
Diyor ki; hani şu Türklerin istediği, sipariş ettiği ama tamamlayamadığım heykel var ya,
bitireyim göndereyim.
Tamamlıyor, gönderiyor.
Sultan Abdülaziz’in İskenderiye Limanına koymak istediği heykel dünyanın bir başka liman kentinde yükseliyor.
Sen onu Amerika’nın mı sanıyorsun?
Bak Özgür (Özgür Demirtaş’a dönüyor) yarın davetli olarak Amerika’ya gideceksin değil mi?
Git de ki, “O özgürlük anıtının parasını biz verdik, parayı verin.”
Parayı almadan gelme.
Ama de ki, “Sizden para çıkmaz bari borçtan düşün.”
De ki; “Onca yılın faizini de hesap etmeyi unutmayın.”
İşte kültür!
Fransız heykeltraşı Bartholdi’nin yaptığı, özgürlük anıtı diye bildiğiniz bu heykel, Abdülaziz’in İskenderiye’ye koymak istediği bir deniz feneriydi aslında.
Ve ben Bartholdi’nin arşivinde, Colmar kentindeki arşivinde o maketi buldum.
Hazır mısınız? Görelim, İşte buyurun:
Kültürümüz nerelerde? Sadece bu topraklarda mı sanıyorsunuz?
Ne demek kültür? Peki, devam edelim lütfen biz yolculuğa.
Hadi bir resimde içeri gelelim gene.
Şeker Ahmet Paşa’nın yapmış olduğu bir tablo.
Neresi biliyor musun? Biz Kadıköylüyüz ya, bu yüzden komşuma dönüyorum.
Özgür’e (Özgür Demirtaş’a dönüyor.)
Evet, Erenköy, Erenköy Tren İstasyonu.
Erenköy’e bak!
Yüz yıl önce Şeker Ahmet Paşa minibüs yolu tarafına koymuş, tuvaline resim yapmış. Gitsek yanına desek ya:
-Paşam buradan minibüs geçecek.
-Ne dedin evladım?
-Yok. Sen yap resmini de yeşili başıboşuna fazla kullanma.
Bak, bu Erenköy tren istasyonu Göztepe’ye kadar. Bu bölge Mehmet Münif Paşa’nın ve Mehmet Münif Paşa tarihimizdeki ilk bilim dergisini çıkaran insan, 1862. Mecmua-i Fünun.
Bak itiraf et, bu yaşına geldin, tarihindeki ilk bilim dergisini çıkaran insanı ilk kez gördün, yalan mı?
Niye? Çünkü bu yüzden gölgeler içindesin.
Ne oldu? Gölgelerde dönen hesaplar var. Çeteler, meteler ne oldu senin bebeklerinin üstünden bile?
Sen kurban ol o aklın ışığını okuyarak tepeyi alıp cehaletin gölgelerinden kurtulmaya!
MİNİATÜRK FİKRİ
Mehmet Münif Paşa, ilk bilim dergisini çıkaran, Mecma-i Fiyonu, 1862, büyük entelektüel, büyük münevver.
Ne diyor biliyor musunuz?
Osmanlı sınırları içindeki kentlerin anıt eserlerinin birer maketini İstanbul’da bir parkta bir araya getirelim.
Ne bu? Miniatürk.
Hollandalı varsa der ki, “Hadi canım siz Türkler onu bizden çaldınız.”
Miniatürk’ü biz kurduk.
Al sana turizm. Akıl bilginin ışığıyla yükseliyor mu? Gölgeler azalıyor mu? Kültürü Atatürk’ün dediği gibi temel yapıyor muyuz? Okuyor muyuz?
ZÜRAFA HEYKELİ
Buyurun, bir bakın Mehmet Münif Paşa konağının bahçesinde ne koymuş? Zürafa heykeli.
Yaklaşık 130 yıl önce, Göztepe ve Erenköy arasındaki bir konağın bahçesinde zürafa heykeli var.
Neden zürafa heykeli?
Onu merak ettim. Gece 12’de kalkarsın, Cumhuriyet’ten önceki heykelleri anlatıyorum.
Niye zürafa heykeli ya?
Neden?
Buldum!
İkinci Mahmut döneminde, 1820’lerde, İstanbul’a bir zürafa hediye olarak gönderilir, Mısır’dan. Kavalalı Mehmed Ali Paşa.
Bu Kavalalı Mehmet Ali Paşa zürafaları Afrika’dan getiriyor, İskenderiye limanında gemilere koydurtuyor, Avrupa Kralı ve Kraliçelerine hediye olarak gönderiyor.
Kartvizit gibi dağıtıyor. 1820’lerde National Geographic yok tabi.
Zürafa saraylara layık bir armağan.
Zürafa geliyor Topkapı Sarayı’nın orta bahçesine, herkes görmek istiyor.
Yok ki televizyon melevizyon, belgesel melgesel.
Bu ne?
Ama biri çok korkuyor saraydan. Küpeli Abdi Bey.
Küpeli Abdi Bey sarayın saz heyetinde.
Bu arada bak ne buldum Özgür? Zürafa İskenderiye limanından gemiye konuluyor, geliniyor. Ben yıllardır bunu çalıştım, araştırdım. Sevgili Erdinç Bakla, Profesör Erdinç Bakla, çok değerli bir seramik sanatçısı ve seramik tarihi konusunda uzmandır. Çanakkale seramiklerini çalışmıştır Erdinç Bakla.
Diyor ki; Çanakkale seramiklerini incelerken şunu gördüm, seramik ustaları hep gemi resmi yapmış.
Ne yapacak? Orası boğaz, gelen geçen gemilerin resmini yapmışlar.
Ama bir seramik ustası tabağa bambaşka bir şey çizmiş.
“Nedir o?” dedim, bana bunu gösterdi:
Ya dedim, işte bu benim peşinde olduğum zürafa.
Tabak aynı dönemde yapılmış.
İstanbul’a gelirken Çanakkale Limanı’nda duruyor gemi.
Tabii hayvan her limanda karaya çıkarılıyor yaprak yesin, su içsin, biraz sakinleşsin.
O sırada bir seramik ustası onun resmini yapıyor.
Bunu buldum ya. Nasıl?
Aha sana turizm!
Sana zürafa ile neler anlatırım?
Küpeli Abdi Bey korkuyor zürafadan, gizleniyor. Küpeli Abdi Bey sarayın saz heyetinde, padişahın canı müzik istediğinde gelip dizlerin dibinde saz çalar. II. Mahmut’un çok sevdiği bir müzisyen. Padişah seviyor Küpeli Abdi Bey’i ama sarayda hiç sevilmiyor. Niye?
Affedersiniz eşek şakaları yapmakla meşgul ve meşhur. Lalaları arkadan havuza itiyor, sadrazamın kaftanın altına arkadan kağıt bağlayıp yakıyor.
İşte bu Küpeli Abdi Bey, zürafadan korkuyor, saklanıyor.
Bunun şakalarından yaka silkiyorlar ya.
Arkadaşları diyor ki, “Abdi şaka nasıl yapılır, gör.”
Geliyorlar Mahmud’a.
Devletim, Küpeli Abdi Bey diyor ki; zürafa çok mübarek bir hayvan, sırtına bir kez oturan cennetlik olur diyor ve sizden izin istiyor.
Melûldür!
Küpeli Abdi Bey’i gizlendiği odadan alıyorlar, getiriyorlar orta bahçeye, zürafayı görüyor korkudan bayılırken, “aha sana şaka” diyorlar, atıyorlar zürafanın üstüne.
Yükseklik iki metre, hayvan ürküyor, seyisinin elinden kurtuluyor, başlıyor koşmaya. Affedersiniz Abdü düşse, kaseyi kırar. Korkuyor ama korksa da mecbur zürafanın boynuna sarılıyor. Herkes gülüyor.
O gün Küpeli Abdi Bey zürafanın sırtında şunu söylüyor;
“Hakkını helal eyle padişahım.
Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete”
GÜZEL BİR ORKESTRA OLALIM
Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.
Kültür değerlerimizi politikacıların eline verirsek sabah kahvaltısında yumurtalar gibi çarpıştırır, tokuşturmaya başlarlar.
Çok yanlış. Kültür bir bütündür.
Kültür, bilginin yolunda yürüyen, aklı okuyarak yükselten cehaletin ve bilgisizin gölgelerinde kurtulmak demektir.
Kültür, bilgi yolunda yürüyen insan demektir.
Arkadaşlar farklı farklı düşüneceğiz. Her farklı düşünce bizi daha güçlü kılar. Çünkü her farklı düşünce bir enstrümandır ve her enstrüman çok güzeldir.
Ya bırak o piyano çalsın sen keman.
Obua, çello, saz, klarnet hangisi çirkin?
Hepsi güzel.
Demokrasi, bir arada yaşamak, millet olmak bu farklı enstrümanlarla kurulan en güzel orkestradır.
Ama size bir sorumluluk düşüyor. En büyük sorumluluk size düşüyor. Seçip Ankara’ya gönderdikleriniz nota bilecek.
Cumhuriyetin 101. yılında millet olmaya yaklaşıyoruz. Bundan başka da hiçbir sorunumuz yoktur. Şu gölgelerden bir kurtulsak.
Bir tek yolu var.
Sora sora Bağdat’ınızı bulun.
Bu arada eşeğinizle ters oturmayı da unutmayın ama, kültürünüz.
Biz güzel bir medeniyetiz, ama satranç oynayan, bilgi gören yok.
Kaldık damacıların eline.
Farklı düşünmen beni güçlü kılar.
Keman, çal piyano çalayım. Ne güzel bir orkestra olalım biz. Neyle? Nota bilerek.
İşte bu yüzden Mehmet Münif Paşa konağının bahçesine hikayesini çok sevdiği bu zürafanın heykelini dikiyor. Nüktedandır aynı zamanda Mehmet Münif Paşamız. İstanbul Oyuncak Müzesi, hep soruyorlar “neden önünde zürafa heykeli var?” Anlattım. O bölgeye ilk konağı, ilk bilim dergisini çıkaran Mehmet Münif Paşa yapmış. Bu yüzden o heykelden dolayı Göztepe Erenköy’ün adı zürafalı bahçeydi. Oraya Göztepe Erenköy demezdik, zürafalı bahçe. Duymadınız. Neden? Çünkü orada bir futbol takımı kurulmadı.
Mehmet Münif Paşa bir zürafa heykeli koyarsa, Sunay Akın bir, iki, üç zürafa heykeli koyar. Elimde olsa, param olsaydı bütün sokağa zürafa heykeli koyacaktım.
Niye? Çünkü bunlar sokak lambası.
Bunların yüzünden karanlığa aydınlatan ışık düşüyor sokağa.
Ben gece sokağa girdiğimde karanlıkta zürafa şeklindeki bir sokak damlasının altında durup ışığına bakıp şunu söylüyorum; “Hey koca Mehmet Münif, bilginin ışığı hala karanlığa aydınlatıyor.”
FİKİRTEPE NASIL TURİZM ALANI OLURDU?
Mustafa Kemal Atatürk’ü taşıran damla, en güzel damla. Ama taşıran damla kabın içine düşen öteki damlalarla yükselir. İlk damla neydi? İstanbul’da en güvenli arkadaşlarını topluyor. Diyor ki, “arkadaşlar benim bir düşüncem var, onu size anlatayım. Farklı farklı düşüncelerdeyiz. Zaten buna ihtiyacımız var. Hep beraber bunu olgunlaştıralım.”
-Söyle!
+Şşt burada söyleyemem yerin kulağı var.
-Yarın akşam İstanbul’un dışındaki şu konağa gelin. Yolda birbirinizi görürseniz selamlaşmayın. Beraber yürümeyin. Aynı yere gittiğiniz anlaşılmasın. Bekliyorum gelin.
Ertesi gün akşam İstanbul’un çok çok dışındaki konakta en güvendiği arkadaşlarını farklı farklı düşüncelerde topluyor.
-Bizi buraya kadar niye getirdin?
+Arkadaşlar zamanı geldi: Oligarşiye karşı meşrutiyet, sarayın tek adamına karşı hakimiyet milletin olmalıdır!
Seçmen, seçmen, seçmen!
Sana o hakkı kim verdi? YSK mı? Saymayı bilmiyorlar. Sana o hakkı o verdi. ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ işte ilk damla. İstanbul dışındaki konakta sabaha kadar bu düşünceyi konuşuyorlar.
Ve diyor ki arkadaşlarına; “Arkadaşlar güneş doğuyor, yorulduk. Gidip 2 gün dinlenelim, sonra gelelim, daha çok konuşup tartışacağız. Toplandığımız yerin adı aramızda ‘bu’ olsun.”
Toplandığı o yere bir ad koyuyor.
Semtin adı: Fikirtepe.
Peki Fikirtepe’ye Fikirtepe adını koyan kim?
Vatan şairimiz Namık Kemal.
Hadi bir kez olsun alkışla onu.
Bunca zaman oy veren ellerinle. Bir kez olsun.
Arkadaşlar bir millet hayal ediyorum ki, sandığa gittiğinde oyunu atarken “Teşekkür ederim Namık Kemal” desin.
Oradan böyle çete mete alevele dalevele çıkmaz.
Dostlarım Türkiye’nin hurdacıları parti tabelalarıyla dolu.
Aslolan millet olmak, orkestra olabilmek, biz bunu başardık ama kültürümüzü, hafızamızı elimizden alıyorlar.
Ramazan ayları gelip geçiyor. İlk Ramazan sohbeti hangi? Bizim kültürümüzün Ramazan ayına iki tane armağanı var.
Mahya ve Ramazan sohbeti.
Mahya ışıkları bizim kültürümüzün insanlığa armağanıdır.
Peki ilk Ramazan sohbeti ne zaman yapıldı? Nerede?
Dârülfünûnde, üniversitede.
“Çıkalım her akşam taşıdığımız bilgiyle insanlığı aydınlatan sohbetleri düzenleyelim.”
Bir akşam topraktan daha iyi nasıl verim alınır? Bir başka akşam dünyanın su kaynaklarını tüketmeden nasıl doğru kullanmalıyız?
1869 Ramazan sohbeti.
Sanayi devrimi, kan dolaşımı. Neden?
Çünkü akıl bilginin yolunda yükselir ve cehaletin gölgelerinden kurtuluruz.
Geliyor Ramazan, bak sohbetlere.
Bu ne kültürsüzlük ya? Bu kültürsüzlük, hamaset ve şövalyizmle olmuyormuş değil mi?
Ne oluyor ya? Ama biz büyük medeniyetiz.
Peki Fikirtepe’ye gittiğinizde ne görürsünüz?
Buyurun Fikirtepe. Bu nedir?
Benim kültürüm, benim atam bunu mu hak ediyor?
Orası nasıl bir turizm alanı olurdu? Orada neler yapmazdık? Millet orada doğdu. Orada kongre merkezleri, fuar alanları, oteller, müzeler.
Orada millet bir araya gelsin.
İstanbul’a gelen görsün Fikirtepe’yi, anlatalım.
Buyurun, memnun musunuz? Buyurun.
Nedir kültür, nedir turizm?
Peki gelelim son öyküye, bir minyatür. Yine bir resimden içeri girelim.
Burası İstanbul. 1500’lü yılların ikinci yarısında yapıldı bu.
1500’lü yılların ikinci yarısında İstanbul.
Bakın girin sanat tarihini okuyun. Empresyonizm, izlenimcilik, resim sanatında 1870’ler, 1880’lerde ortaya çıktı diyorlar. Yani Monet, Van Gogh, Chagall, Renoir falan filan…
Peki bu ne?
300 yıl önce İstanbul’da Van Gogh yaşamış. Ciddi misiniz? Biz bunu hiç anlatamadık.
Ne vardı o yıllarda Avrupa’da? En iyisi Rembrandt. Büyük ressam. Karanlık karanlık resimler.
Ya bak, resim sanatımıza bak. İstanbul, yapıldığı yılı buldum; 1577. Yapıldığı günü buldum; 15-16 Kasım. Nereden buldum? Büyük Kohoutek Kuyruklu Yıldızı. O tarihlerde dünyaya yakın geçmiş.
Bak, 1577 yılının Kasım ayında İstanbul’da bir ressam bu resmi yaparken, Almanya’nın Stuttgart kentinde bir anne 6 yaşındaki oğlunun elinde tutuyor, onu bir tepeye çıkarıyor. Altı yaşındaki oğluna o anne Büyük Kohoutek Kuyruklu Yıldızını gösteriyor. Elinde tuttuğu kim? Johannes Kepler.
Galaksinin, bütün gezegenlerin geometrisini hesap edecek olan Kepler.
Bir insan hayatında anne ne kadar önemli farkında mısınız?
Kadınlar! Sadece bu ülkeyi değil, bu dünyayı siz yönetin.
Yeter artık! Korkmayın bundan kötü olmaz zaten. Sizden fayda var, bizden ne var?
Bizdeki hırsızlık talan, mallan, alavere, dalavere.
Johannes Kepler’in annesi cadılıkla suçlanıyor biliyorsunuz. Onu savunuyor ve kurtarıyor. Çünkü annesi farmakolog, ilaç yapıyor. Avrupa’da kadınlar, bilge kadınlar, ilaç yapan kadınlar cadı diye yakıldı.
Niye? Kadını aşağı almak. Cadı!
Neyse, gelelim biz tabloya. Bu beyefendi kim?
Tanısaydık zaten başka Türkiye vardı.
Galileo! Galileo değil, Galileo’yu duydunuz ama bu Galileo ile çağdaş bir Türk astronomi uzmanı Takiyüddin Efendi ve Takiyüddin Efendi’nin İstanbul Gümüşsuyu semtindeki rasathanesinde yapmış olduğu gökyüzü haritaları Galileo’dan çok daha doğruydu.
Sadece Galileo değil, bütün o dönem, o çağ bütün gökbilimcilerden çok daha doğru gökyüzü haritaları yapıyordu bizim Takiyüddin.
Hadi biraz dramatize edelim, sanatın gücünü kullanalım, sahneyi. Galileo gelse bunun rasathanesine, Takiyüddin Galileo’ya paspası verir, rasathaneye paspası attırır.
Duymadık, neden?
Çünkü İstanbul’da bir deprem oluyor, depremler yeni değil.
Ardından İstanbul’a bir salgın hastalık geliyor, o da yeni değil.
Birileri de diyor ki, “Takiyüddin oradan meleklerin bacaklarını röntgenliyor.”
Onlar yeni hiç değil. Sen onlar yaşadığın bu döneme mi ait sanıyorsun?
Biz onlardan ne çektik? Donanma topu tutup yıkıyor. Yıl 1585.
Kimi tarihçiler diyor ki “1580 olsun” 1583 ne fark eder?
Şu tah yapmayı bırakamadık ya.
Tarih önemli. Ama geçmişteki bilgi tarihle anlaşılamaz sadece.
Tah Arapçadan geliyor. Olayları takvimde dizmek.
Matbaayı kim getirdi matbaayı?
İbrahim.
Ne zaman?
1721.
III. Ahmet. Ne oldu?
Kaç kitap bastı?
Kaçını sattı?
Hiçbirini.
Adam getirdi matbaayı kurdu, kitabı bastı, hiçbirini okumadık. İflas etti, gitti. Kapattı matbaayı.
Bir de Müteferrika matbaayı getirdi.
Kitap bastı da biz okumadık.
İflas etti.
Depoda çürüdü o kitaplar, kapattı gitti.
Ya en doğru gökyüzü haritaları yapılırsa yıkıyoruz, uğursuz diye.
Biz bir daha ancak, 1923 Cumhuriyet’in ilanından sonra yıldızlara bakıyoruz.
1585-1923 aradan geçen yıllarda yıldızlara hiç bakmadık.
Bu 29 Ekim, 101. yaşını kutlayacağımız Cumhuriyet, bu topraklarda gökyüzüne, yıldızlara yeniden bakmanın adıdır.
Cumhuriyetimizin 101. yılı kutlu olsun.
Bak Cumhuriyet! Çık gece, bak şu güzel Antalya’dan yıldızlara.
Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün devrimleri çok güzel ve çok doğru.
YAŞASIN CUMHURİYET
“Bir gecede cahil kaldık.”
Oğlum sen hala cahilsin.
Cumhuriyet’in ilan edildiği 1923 yılında okuma yazma oranı ne kadardı?
Yüzde 4.
Ha diyorsun ki Sunay, 8 tane sesli harf oldu da okumadıktan sonra ne işe yarıyor?
O da bir işe yaramıyor.
Cumhuriyetle beraber okumaya başlıyoruz.
Bütün devrimler doğru ve güzel ama bir tek şey başardı ya Atatürk, onun için bile kalbimin en güzel yerinde oturuyor: kız çocuklarının eğitim hakkı.
Bu yüzden yakın tarihe kadar kutladığımız bayramlarımızda en önde hep kız çocukları yürütülürdü.
Yaşasın Cumhuriyet!
Kız çocuklarının.
Cumhuriyetle birlikte açılan okullardan biri Erenköy Kız Lisesi.
Yatılı.
Hafta sonu öğrenciler evine gidiyor.
Ama Nüzhet adlı kız çocuğunun gideceği evi yok. Hafta sonları yatakhanede tek başına pencereden yıldızlara bakıyor.
Cumhuriyetle birlikte Atatürk, 3 bini aşkın genci üniversite eğitim alması için Avrupa’ya gönderdi. Liseyi bitirenler sınava girdi, kazananlar üniversite eğitimi alması için Avrupa’ya gitti. Ne dedi Atatürk? “Sizi kıvılcım olarak gönderiyoruz, ateş topu olarak geri geleceksiniz.”
Sınavı kazananlardan biri Nüzhet. Fransa’nın Lyon kentinde matematik eğitimi almaya gidiyor.
Sınıf 50 kişilik, 49’u erkek.
Bak şu Atatürk’ün yaptığına.
Sen al bir Türk genç kızını oturt matematik sınıfına. De ki dünyaya: bundaki de akıl. Şimdi anlaşıldı mı?
Nüzhet Paris’te fizik eğitimi alıyor. Matematik ve fizik. Matematik, fizik hangi bilimde birleşiyor? Astronomi.
Nüzhet, Paris rasathanesinde teleskopun ardından yıldızlara bakıyor. Ülkesine geri dönünce Nüzhet Gökdoğan İstanbul Üniversitesi astronomi bölümünü kuruyor.
Takiyüddin rasathanesini yıktık.
Cumhuriyet’ten sonra yıldızlara bakmaya başladık dedim ya.
İşte onca yıllardan sonra bize yıldızları yeniden gösteren bir cumhuriyet kadınıdır.
Bu yüzden cumhuriyetimizi yıkmak isteyen karşı devrimcilerin kadınlarımızı, kızlarımızı da köleleştirmeye çalışmasına sakın şaşırmayın.
Onlar sizden yıldızları da çalmak istiyor işte, farkında mısın?
Uzaya gidelim, bütün gezegenlere gidelim ama dünyanın en pahalı taksisini çağırarak olmaz bu iş.
Çağır, birimizi oturt, çıkar, indir, paran varsa bir daha git.
Ne oluyor?
Bak yol buradan geçiyor. Nüzhet Gökdoğan’ı hiç duydunuz mu?
Türkiye Cumhuriyeti temeli kültürdür. Kültür bilginin merkezine insanı koymak demektir. Sadece insan.
Sınavı kazananlardan biri İhsan, Kayseri Lisesi’ni bitiriyor, sınavı kazanıyor, Avrupa’ya gönderiliyor. İhsan yıllar sonra şunu söylüyor, “Ben Kayseri Lisesi’nde öğrenciyken bazı arkadaşlarının bana bakışını hala unutamıyorum.” Çünkü İhsan Kayseri Lisesi’nde okurken babası okulun hademesiydi. Bak sen şu cumhuriyete, bak sen şu Atatürk’ün yaptığına.
Sen git Anadolu’da bir emekçinin çocuğunu okut, sınava sok, gönder Avrupa’ya.
İhsan ülkesine geri dönünce Anadolu’yu doğudan batıya kadar yürümeye başlıyor. İhsan kilometrelerce yürüyor.
İhsan yıllarca yürüyor.
İhsan Ketin büyük bir keşif yapıyor.
Şimdi bir kez anlayın ne demek Cumhuriyet?
Kuzey Anadolu fay hattını buluyor.
Ben İhsan Ketin’den ders aldım.
Seminerlerine katıldım.
1980-81 benim hocamdı. 1980 yılında bir derste şunu söyledi. Çocuklar ben Kuzey Anadolu fay hattını buldum ama derdimi anlayacak bir politikacıyı bulamadım.
Hocam biz hala bulamadık!
Şimdi İhsan Ketin haritalarında Kuzey Anadolu fay hattı gelir, gelir, gelir, gelir, gelir. Bolu’da biter. Bolu’dan sonrası yok. İhsan Ketin Hocamızın ilk dönem fay haritalarında Kuzey Anadolu Fay Hattı Bolu’dan sonra yok.
Yok diyor.
Kuzey Anadolu Fay Hattı Bolu’dan Marmara’ya giriyor mu, girmiyor mu?
Nuriye Pınar.
Nuriye Pınar da Nusret Göktan gibi Erenköy kız lisesi bitiriyor.
O da sınavı kazanıyor.
Avrupa’ya gidiyor üniversite eğitimi almak için.
Ülkemizin ilk kadın yer bilimcisidir.
Diyor ki Nuriye Pınar, “Hayır, Kuzey Anadolu Fay Hattı Bolu’da bitmiyor, devam ediyor…”
İşte hepinizin ezberlediği Marmara Bölgesi fay haritası. Bunu bilmeyen, ezberlemeyen var mı?
Diyor ki Nuriye Pınar hocamız, Adapazarı’nı geçiyor İzmit, Gölcük, Yalova, Marmara denizindeki çukurlar… Birebir doğru.
Öylesi Cumhuriyet, gökyüzündeki yıldızlardan, yerin dibindeki fay hatlarına kadar bilgiye hakim olmak demektir. Ve bu bilgiyi bize sunan da cumhuriyetle birlikte eğitim hakkına kavuşan cumhuriyet kadınlarıdır.
Elimde olsa, elime bir güç yetki alsam, Kuzey Anadolu Fay Hattının adını değiştiririm. Bolu’ya kadar olan bütün depremler, İhsan Ketin fay hattında, Bolu’dan sonrakiler, Nuriye Pınar fay hattında.
İşte sana Cumhuriyet.
Bilginin yolunda yürüyüp yükselen insan aklı, aklın cinsiyeti yoktur.
Atatürk çok kitap okurdu, gittiği her yere kitap götürürdü.
1927 yılında trenle Ankara’dan İstanbul’a gelecek, her zaman olduğu gibi seyahat öncesi Çankaya Kütüphanesi’ne gidiyor, Nuri Ulusoy’a bir liste uzatıyor.
Sevdiklerine çocuk derdi, diyor ki, “Çocuk, şu listedeki kitapları hazırla, okumak için beraber yarın trenle İstanbul’a götüreceğim.”
Her yolculuk öncesi olduğu gibi, Nuri Bey, kütüphaneden kitapları bulup karton kutulara koyarken Atatürk geri geliyor.
-Ne yapıyorsun?
+Efendim, karton kutulara okuyacağınız kitapları hazırlıyorum.
-Böyle olmaz, bekle.
Çıkıyor Atatürk kütüphaneden, geri geliyor. Birkaç dakika sonra Atatürk’ün yanında iki tane asker, askerlerin ellerinde kocaman tahta sandıklar. Alıyor tahta sandıklarından birini, uzatıyor.
-Bak çocuk, biz kurtuluş savaşımızı bu sandıklardaki mermilerle kazandık. Kitaplarımı bu sandıklara koy. Asıl savaşımız bundan sonra başlıyor.
Okudukça, bilginin yolunda yürüdükçe, elimizdeki enstrüman ne olursa olsun, o bizim güzelliğimiz. Notaları bilir, o zaman en güzel şarkıları hep beraber söyleriz.
Bu güzel fuara beni çağırdığınız için teşekkür ediyorum.
Tüm emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Bu güzel fuara bayıldım, o yalınlığa, o bütün derinliğe…
Çünkü ben turizm fuarlarına çok gidiyorum.
Dünyanın her yerinde gözlüyorum, görüyorum.
Hep bir kakofoni var. Yani bir karışıklık var.
Burada müthiş bir dil var.
Kutluyorum bunu düşünen, yapan herkesi.
Emeğinize sağlık.