Anadolu’nun çoğu yöresinde nedense enişte sözcüğü pek kullanılmaz ve teyze ve hala eşlerine de amca denir. Benim de yıllar önce vefat eden bir Ahmet Amcam vardı, teyzemin eşi. Esnaftı kendisi, resmi tatillerle hiç işi yoktu aslında. Ama her yeni yıla girişte önüne takvimi alır ve o yıl kaç gün resmi ve dini bayram günü olduğuna bakar, müjdeyi de devlet memuru olan rahmetli babama verirdi:
“Hasan Efendi, bu yıl iyisiniz yine, bak şu kadar tatiliniz var…”
Uzun tatil, babam için dinlenme değil, gidip bağda çalışarak daha fazla yorulmak demekti ya…
Dini bayramların hafta ortasına denk gelmesi durumunda kamu çalışanlarına birkaç gün idari izin verilmesi ve böylece tatil süresinin uzatılması gibi bir durum da zaten hiç söz konusu olmazdı.
Sonra sonra buna alışmaya başladık. Resmi tatilin önüne ya da arkasına birkaç gün idari izin ekleyerek, upuzun bir tatil dönemi yaratır olduk.
Şimdi bunlardan birini daha yaşayacağız. 30 Ağustos Zafer Bayramı ile Kurban Bayramı birleşiyor. Kamu çalışanları iki buçuk gün idari izinli sayıldılar mı tam on günlük bir tatil süresi oluşuyor.
Hükümetten farklı görüşler geldi önce. Kimi bakanlar Türkiye’nin çalışmaya, üretmeye ihtiyacı olduğundan hareketle tatilin uzatılmasına karşı çıktılar. Turizm sektörü temsilcileri doğal olarak süre uzatılsın istediler. Son noktayı ise Cumhurbaşkanı Erdoğan koydu ve on günlük tatilin işaretini verdi.
***
Bir kere şu saptamayı yapalım. Öyle düşünen olduğunu pek sanmıyoruz ama tatilin uzatılmasının yabancı turistler açısından tabii ki hiç mi hiç önemi yoktur. Bu süre uzatımı, ancak iç turizmi canlandırabilir. Ayrıca yabancı turistler, bu süre uzatımını ve tatil yörelerinin hınca hınç dolmasını da istemezler. Tabii ki biz burada kararları yabancıların isteğine göre alacak değiliz de, on günün yabancı açısından getirisi olmayacağını vurgulamak istedik.
Turizm sektöründen süre uzatılsın çağrıları geliyor gelmeye de, turizmde zaten doluluk oranının en yüksek olduğu mevsimde bulunuyoruz. Sektör temsilcileri şunu istiyor olabilirler tabii ki; doluluk oranı yüzde 99 değil, yüzde 100 olsun. Kendi açılarından haklıdırlar.
Ama ya vatandaşa verilen hizmet ne olacak, nasıl olacak? Her yer dolunca, yemek yenilecek, bir şeyler içilecek yerler balık istifi hale gelince zaten denetimsizlikten insafsız boyuta ulaşmış olan fiyatlar nereye gidecek? Ya hijyen boyutu, bunu kim denetleyecek?
***
Geçen hafta, belki yirmi yıldır sürekli gittiğim Antalya-Çıralı’daydım. Geçen yılları biraz aratır hale gelmiş Çıralı. O caretta carettaların yumurtalarını bıraktıkları sahil, geçmişe kıyasla daha dolu. Hem caretta carettaların bu yıl daha az yuvaları olduğu haberi de yansıdı geçenlerde basına.
Turistik yörelerdeki uçuk fiyat uygulaması Bodrum’da başlamıştı, şimdi dalga dalga yayılıyor belli ki. Çıralı’dan da örnek vermek gerek…
Hani mümkün olsa, tatil yörelerine gidenlere yanlarında su götürmelerini önerirdim. Marketlerde, tabii ki oradaki marketlerde değil, tanesi 75 kuruşla bir lira arasında satılan bir litrelik su, sıradan bir lokantada beş lira.
Suya beş lira yazan bir lokantaya, “Ya yemekleriniz çok ucuz ya suyunuz çok pahalı” dedim. Önce yemeğin gerçekten ucuz olduğunu söylediğimi zannettiler, açıklama yapmam gerekti:
“Bir sulu yemek on beş-yirmi lira civarındaysa, bir litre su da beş liraysa ve siz bu yemeği bu fiyata satıp para kazanabiliyorsanız, suyun fiyatında anormallik yok mu?”
***
Hanelerin gelir gruplarına göre paralarını nereye harcadıklarına ilişkin olarak TÜİK tarafından yapılan ankette turizm harcaması başlığında bir kalem yer almıyor. Çünkü turizm kapsamına eğlence ve kültür harcaması da giriyor, lokanta ve otel harcaması da, ulaştırma harcaması da. Hem zaten en düşük gelirli gruplar, bu tür harcamalara çok az para ayırabiliyorlar. (Dünya 3 Ağustos 2017)
Dolayısıyla bayram tatilinin uzatılması ve on güne çıkarılması düşük gelirli haneleri hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Belki uzayacak tatil uzaktaki akrabaların ziyaretini kolaylaştıracak, hepsi bu.
Ayrıca, şu da bir gerçek; düşük gelirli gruplarda yer alanların çoğu özel sektörde işçi. Uzatılacak tatil, özel sektörü, hele hele işçileri hiç ilgilendirmediğine göre…
***
Tatile uzun süredir uçakla gidip geliyorken bu yıl kendi aracımla gitmeyi tercih ettim. Yollardaki temel gözlemlerim ne mi oldu:
Kurallara en çok uyan sürücüler otobüs, kamyon ve TIR sürücüleri. Kural tanımayanlar ise tahmin edileceği gibi otomobil kullananlar. Halkımız, trafik kurallarını bilmediği ya da uygulamaya gerek duymadığı gibi, fizik kurallarından da habersiz. Trafikte klasik öğretidir öndeki aracı kaç metre arayla izlemek gerektiği. Hızınız 100 km ise öndeki araçla hızın yarısı kadar, yani 50 metre boşluk bırakılır. İşte bu yapılmazsa, ki yapılmıyor zaten, zincirleme kaza denilen “insan yapımı” kaza ile karşılaşırsınız.
Trafik denetimi mi! Bazı yerlere radar koyarak hız kontrolü yapmak denetim için yeterse, trafik denetimi şahane!
Ama örneğin onarım için gidiş geliş olan yollarda olmayacak şekilde sollama yapanlara karşı bir tek trafik ekibi göremedim Ankara-Antalya gidişinde de, dönüşünde…
Şimdi on günlük bayram tatili ve her zamankinden daha yoğun bir hal alacak yollar… TÜİK verilerine göre Türkiye’de geçen yıl günde ortalama yirmi kişiyi trafik kazalarına kurban verdik. Bu ortalama bir sayı. Böylesine uzatılmış bir tatilde ve yalnızca hıza odaklanılmış bir denetim ortamında ne olur dersiniz…
Şunu kafamıza bir sokabilsek keşke:
“Tatil gidilecek yerde değil, evden çıkınca başlar…”
Dünya Gazetesi köşe yazarı :Alaattin AKTAŞ’ın yazısıdır.