Antalya Turizm Fuarı (ATF) bu yıl büyük ilgi gören panellere ev sahipliği yaptı. Değerli Türk tarihçi, akademisyen ve yazar Prof. Dr. İlber Ortaylı ATF24 ziyaretçileri ve katılımcıları ile bilgi birikimini ve deneyimlerini paylaştı. Turizm sektörü ile gençlik yıllarından bugüne kadar yakın ilişkilerde bulunan Ortaylı, turizmcilere önemli tavsiyelerde de bulundu.
Turizme 1963 yılının bahar aylarında başladığını dile getiren İlber Ortaylı, “O zamanlar, Basın Yayın ve Turizm Bakanlığı vardı ve turizm kısmının dairesi vardı. Bakanlığın ismindeki şatafata bakmayın. Turizm dairesinin mensupları 19 kişiydi. Bu 19 kişinin içinde odacı, birkaç sekreter vardı, pek işe yaradıklarını bilmiyorum, nasıl yarayacaklar, lisan bilmiyorlardı. Memurlardan da bilmeyenler vardı. Tecrübeli, muhasip falan gibi çok az kişi lisan biliyordu.
Başta Mukadder Sezgin vardı. Sonraları üstlere kadar tırmandı, müsteşar oldu. Paris Turizm Bürosu’nu kurdu. Mukadder Bey’in yapacağı şeyler vardı; turizm envanteri gibi Türkiye’nin ne gibi turizme açık kaynakları var bilinmiyor. Harabeler diyorsun, eski eserler genel müdürlüğündeki birkaç arkeolog size bir harita sunuyor ama envanter fotoğrafları falan dağınık yerlerde bunu bizim dairenin, 19 kişinin tespit edip bir şey çıkarması mümkün değildi” diyerek dönemin durumunu anlatmaya başladı.
Ünlü tarihçi katılımcılarla etkileşim halinde olduğu bir konuşma gerçekleştirdi. Ortaylı’nın konuşmasından konu başlıkları şu şekilde:
“BU TURİZM KOMÜNİZM, SOSYALİZM, TURANİZM GİBİ BİR ŞEY Mİ?”
Türkiye’nin o tarihlerde turist sayısı neydi bilen var mı?
Türkiye’nin durumuna göre turist tespit edecek bir teşkilat yok. Yani ‘bu kadar adam giriyor, bunun bu kadarı turist’ diyecek durum yok. 120 bin ecnebi kapılardan giriyordu, niye girdiği belli değil. O zaman Almancı da yoktu. 120 bin civarında kişi giriyor ve burada bir turizm dairesi aktif olmaya başlamış. Haklarını yemeyelim, Selahattin Bey’in zamanında da, 1948 yılında, bir turizm teşvik kanunu çıkarmışlar. O kanun çıktığı zaman mebusların bazıları demiş ki Selahattin Bey’e, “Efendim bu turizm dediğiniz böyle komünizm, sosyalizm, faşizm, turanizm gibi bir şey midir acaba?” Yani bilgi de bu kadar. Söyleyen adam da çok cahil değil ama turizm lafı da duyulmuyor. Çünkü 40’ların Avrupa’sında da turistik hareket diye bir şey yok. Harpten çıkmış, berbat insanlar. Gemilerin hali, demir yollarının hali felaket. Uçak muçak öyle bir şey yok.
1966’da iki Danimarkalı gazeteci gelmiş. Büyükelçinin davetlisi olarak, kadın iyi bir gazeteci, Danske Dagbladet diye muhafazakar bir gazete ama iyi. Kocası da, çılgın bir arkeoloji profesörü, felaket iki kişi. Ben mülkiyede talebeyim, 66’da, birinci sınıfta, yaz tatili. Dekanımız Aziz Hoca beni çağırdı. Ben de temmuz ayının sonunda böyle bir turu atlatmak için, “Ben İngilizce bilmem hocam” dedim. “Ziyanı yok İlberciğim, Almanca konuşur onlar” dedi, iti verdi. Hakikaten konuşuyorlar. Bir Volkswagen Station var altlarında. -Yani o zamanın Avrupa’sı da buydu işte.- Tanınmış gazeteciyle, üniversite profesörünün arabası, Volkswagen Station. Allah bilir kaç elden düşme, boyuna bozulur.
Biz Ankara’dan Çorum üzerinden Samsun, Samsun’dan da Trabzon, Rize döndük aşağı Ziganalar’dan Bayburt, Bayburt’tan geri dön, Erzurum yok, Erzincan da yok, Tunceli, Tunceli’den geçerek Maraş, Maraş’tan Ayıntap, Ayıntap’tan da ben bunları Halep’e postaladım, bitti.
Sonra gelişim ayrı bir felaket, Ankara’ya dönüş. Otobüs, dolmuşla Antep’ten Adana’ya geliyorsun. Taksi dolmuş, o iyi. Adana’dan Ankara’ya otobüs yok. Ya akşam biniyorsun ya sabahın körü. Akşamı bekledik, o otobüs Tarsus’a uğrar, oradan Ankara’ya gider. Eğlencesi de vardı kendine göre memleketin. Otobüs yolculuğu diye bir şey vardı. Tarsus’tan binenler hemen Tarsus’un dedikodularını anlatmaya başladılar bana -çok ilgileniyormuşum gibi.-
Burada gördüğüm şey Çorum, çimento fabrikasıyla yaşayan toz içinde bir yer. Güya burada hititler var. Biz de bu hititleri kursta gördük. Mukadder Bey bize bir kurs açtı. Hakkı lazım değil, Allah rahmet eylesin; Ekrem Akurgal, Gönül Öney o zaman asistan. Böyle kimseler geliyor, size arkeoloji anlatıyor. Böylelikle lisede arkeoloji katmanları, terminoloji duymaya, ilgilenmeye başladım.
Yollar berbat, Ankara, Hattuşaş’tan Alacahöyük’e gidip gelmek için sabahın beşinden gecenin birine kadar takvim değiştiriyorsun. Otobüsle gidip geldik, yürüyorsun, gençlerin becereceği bir şey. 1-2 hafta sonra Göreme, aynı şekilde. Yatacak yer olmadığı için sabahın beşinde, hakikaten, İmam minaredeyken kalkıyorsun, gidiyorsun. Aksaray’dan sonra şose yoldan sapıyorsun. İşte Göreme Vadisi, Avanos falan birkaç yeri gezip dehşet içinde kalıp, geri dönüyorsun. Böyle bir memleket, Gordion’a gidiyorsun, araba böyle yana yattı adeta, toprak yoldan gidiyorsun.
“ANTALYA DÜNYANIN EN HOŞ, ROMANTİK MEMLEKETİYDİ”
Ben o yaz merakımdan Bursa’dan İzmir’e gitmiştim. Dayımın yanından, valideyle büyük kavga ve davayla, posta trenine binip Burdur, Burdur’dan Antalya’ya indim. Burası Alman ve İngilizlerin “Wild” dedikleri cinsten; dünyanın en hoş, en romantik memleketiydi. Konyaaltı bomboştu, Bey Dağları… İnsan mitolojiyi düşünüyor, Pergeler, Aspendoslar… Gezmek için bir mahalli rehber arkadaşımı buldum; İbrahim Etem Bey’i. O beni kendi grubuna alıp gezdirdi. Grupta meraklı, Hollandalı, Türkler falan var. Birkaç hocamızı o zamandan tanıdım. Küçük bir minibüs, gayet güzel gezdik. Alanya’ya devam edeceğim, araba yok, öğleden sonra 2 saat bekleyip kamyonun arkasında geldim. Manavgat’ta şoför, muavini ve yanındakiler müthiş gericiler, turizmin geleceğinden çok şikayet ediyorlar. Sonra ama parayı kazanınca fazla abarttılar. Bizim millet böyledir, bu sefer her yeri sattılar. Ne şehrin muz bahçeleri kaldı ne eski eserlerine hürmet kaldı. İyi ki arkeologlar, -Allah razı olsun- eski eser teşkilatı kurulduğu ve arkeoloji üniversitede eğitim verdiği için iyi kötü oraları korudular. Sonra da bildiğiniz gibi bir rant faciası ve her yerde olur olmaz binalar, kötü oteller işin dibi kaçtı. Bu memlekette turizm buydu. Enteresandı, Selçuk’a trenle gidiyorsun, yürüyerek harabeleri geziyorsun, Bergama’ya otobüsle gidiyorsun, İzmir’den tırmanıp iniyorsun.
Danimarkalıları gezdirirken Gümüşhane’de tavuk pisliği dolu bir ahşap otel vardı. Temiz ama içeri tavuk pislemiş. Bugünkü ölçülerle burnunuza koymayacağınız bir otel, “yaylı yatağı var” diye ilan vermiş; temiz banyosu, tuvaleti olan bir yer. Asfalt yolda, araba berbat bir durumda. Kadın, “Gitmeyelim” diyor kocasına, deli koca karar veremedi, kalsak mı, gitsek mi diye. Kalacak yer yok. Sinirlendi bir tane patlattı, vali falan da bizi seyrediyor. Demek ki bu kadın dövme yamyamlığı sırf Türklere has değil, dünyanın en iyi yerinde de olabiliyor. Gazeteci kadın, profesör kocasından paparayı yiyor, hiç fazla büyütmediler.
Emniyet komiserine gittim, “Ecnebi geldi” diye. Kağıdımı imzaladı adam, genç bir amir, sabaha kadar bana memleketi anlattı. Böyle bir Türkiye’ydi. Ayıntap’ta baştan aşağı pitoresk, her sokağında bir hadise, güzel bir şeydi… Antep ile Urfa yine bir parça kurtarıldılar. Bir sürü şehrimiz mahvoldu. Mersin, o yıllardaki güzellikte değil. Harabelerin olduğu kısım yok. Bir taraf çıkıyor, bir taraf batıyor.
YAKIN TARİHTE TURİZM
1900’lü yıllarda hızla turist sayısı arttı.1966 yılında, İspanya’nın yıllık turizmi 10 milyon turist ve 10 milyar dolar deyince “Vay be!” dedik. Franco artık laf söylenmez bir adam haline geldi. Çok önemli bir şey, çok muhafazakar bir İspanyol kafa turizme kapıyı açmış. Öyle vize mize sormuyor, geliyor Avrupalılar, giriyorlar. Avrupa Konseyi üyesi de değil, biz üyesiyiz. O zaman zaten öyleydi, ben 72’de İspanya’ya gittiğim zaman Noel tatilinde mini etek yasaktı. Kadınlar devlet ofislerinde istihdam edilmezdi. Temizdi, düzenliydi İspanyol kültürü, gecenin üçünde Madrid’in her yerini gezebilirsin, hiçbir şey olmaz.
“Vitrinlerde Marksist kitap var. Bu ne biçim iş?” dedim, bizde yakıyorlar 72 yılında. Dediler ki, “Burada hukuk fakültesi var, ekonomiyi okumak lazım.” “Burası o zaman demokrat” dedim, “Sen hele bir lokantaya 5 kişi haber vermeden git bak ne oluyor” dediler. “E peki o zaman bu kalabalık ne?” dedim. Prada’nın yanında kafe var, o başka, Tradiciones, orada şiir okunuyor. “Hangi şiirlerin okunduğu bilinir önceden” dediler. O turist gelince işte böyle şeyler konuşuluyor, bir şekilde dışarı ile bağlantı kuruluyor. ‘Franco zengin olur da biz kalır mıyız?’ diye bir müddet sonra komünist ülkeler de kendilerine göre turlar tertiplediler. Macaristan ve Prag müthişti. Petersburg, Moskova dökülüyor. Ben Avusturya’dayken, yani 72 yılında, gayet rahat defalarla Prag ve Budapeşte’ye gittim. Eski güzel otellerin, eski güzel strüktürün üstünde yeni bir strüktür kurulmuştu. Mükemmel değildi ama yaşam ve kültür tabanları mükemmeldi.
Eğer Türkiye’nin arkeologları olmasa, müzeleri tertipli olmasa, şurada ya da burada ve iyi kötü lisan bilen insanlarının sayısı artmasa bu iş bizde de yürümezdi. Mukadder Bey kurs açtığında, lisan bilen amatör öğrenci aradı. Bazı okulları bitirmiş, birkaç kişi olarak -biz çünkü rehberlik, ticareti ve yevmiyesi yapacak değildik- bakanlığa fahri hizmet ve enformasyon verecektik. Ankara’da “information office” olurdu. “Kim gelir buraya?” dedim. Broşürler basıldı, onları alıyorlar. Amerikalı bir çavuş gelmiş, komutanları gitmeden evvel doğuya gezi yapıyor. “I would like to take a trip to Bitlis” diyor. Biz de, “Why don’t you get to that” dedik. Çanakkale’yi gösterdik, okudu. “K’anakkale, what the hell is that” dedi.
“RASTGELE OTEL, RASTGELE YERE YAPILMAZ”
Bu ülke 3 Akdeniz ülkesinin, İspanya, İtalya ve Yunanistan’ın mukayese edilerek en çok amfiteatra sahip ülke. En çok Agora teşhir yerlerine sahip, çeşit çeşit katmanlara sahip, Neolitik’ten başlayarak Hititler’e kadar… Bunlar turizm için kazılmamış, Atatürk bunları Türkiye tarihi için kazdırmış. Kültürel temeli olmayan yerlerde hiçbir zaman turizm olmaz. Böyle hödükçe korunan, tabiatı günden güne Kültür Bakanlıkları tarafından tahrip edilen bir memlekete turist gelmez. Açıkça konuşalım, ne yaparsanız yapın, İspanya modeli önünüzde. Rastgele otel, rastgele yere yapılmaz, bir ölçüsü olur. “Ben golf sahası yapacağım” diye Pinus Ormanları’nı doğrayamazsın. Şurada kaç tane golf sahası yaptılar, ben orada golf oynayan doğru dürüst adam görmedim. En doğru dürüst, sportif adam 90 yaşındaki Rahmi Koç. Göbekli göbekli arkadaşlar, onların golfçü olduğuna kim inanır ya?
Adam “Göbeklitepe’yi buldum” diyor. Dağ etrafının fauna, flora tetkikleri ve genel raporları çıkartılmamış, çıkartamıyorlar. “O dinlerin evveliymiş, devletin başıymış, sonuymuş” nereden çıkartıyorsun yahu? Yazı yok. Sormuyor ki, buradaki kabartmaları Neolitik devir aletleriyle yapmanın imkanı yoktur. Bu taş blok kapı diye oyulamaz onlarla. Bronz yok ortada, oradaki maden ve taşa bakılmamış. Üstüne gelmiş bir tane de adamın biri berbat bir tane koruma örtüsü yapmış. Teşekkür edemem. Çok masraf olmasına rağmen ve de iyi olmasına rağmen rahatsız edemez.
Türkiye’nin bir kültürel tabanı, müziği, Aspendos Tiyatrosu’na gelecek flarmoni orkestrası var. Böyle şeylerle turizm kalkınır.
Çelik Gülersoy birdenbire beş tane Tusan çıkardı. Buralarda kalmak biz rehberlik yaparken bir lüks, bir şanstı. Bir tane de Ürgüp’te kurdu, Ürgüp’te otel falan yoktu. Tusanı kurdu. Bunlarla bu 19 kişilik turizm dairesi gitmeye başladı. Bu sefer “Turizmdir hedefimiz, Anadolu Alafranga olacak kenefimiz.” Anadolu insanının pratik para kazanma merakı. Bir tanesi halıcı açıyor, 50 tanesi onu açıyor. Gelene halı takdim edeceğim diye İstanbul’dan bir hergele, kolej kalıntısı bulunuyor. Turistlere orada gösteri yapıyor, halıları açıp rakı, bira falan ikram ediyor akşam. Rakı ikram edince müşteriye ikram için değil, kadınlara sarkmaya başladılar.
“TURİZM BU MEMLEKETİ KURTARMAZ”
“Turizm bu memleketi kurtarır” diye bir söylem var, öyle bir şey yok. Turizm bu memleketi kurtarmaz. 85 milyonluk bir memleket turizmle ancak yan iş yapar, yan dallara yetişecek personeli yetiştirir. Onu da yapmışlardı, otelcilik okulunu açtılar. Otelcilik okulunun ilk hocaları Karpiç’in garsonlarıydı. O garsonlar sıradan adamlar değil, Çar Rusya’sından kaçma eski aristokratlar. O işin alasını biliyorlar. Doğrusu bunları unutmadan bazı şeyleri anlamak lazım.
Türkiye, Özal’ın devrinde, sıfır kredi faizli ve devlet arazilerinde birden otellere başladı. Derhal müteahhitler, kara para aklayıcılar girmeye başladı, olmaz. Öyle otel olmaz.
Benim dünyada gözümü açıp da bebek olarak ilk konakladığım yer Alplerin eteğindeki, Vorarlberg’teki Alberschwendeköyünde bir otel, Bregenze 20 km yakın, Avusturya’nın kayak merkezleri. Annem biz döndükten sonra otel sahibesiyle mektuplaşıyordu, “hayatımın en mutlu günleri orada geçti” diye. Çünkü yeni evlenmiş babamla, ben doğmuşum, Rusya’dan sonra hayat rahat, Türkiye’nin sıkıntılarına henüz girmemiş. 25 sene sonra doğum günümü kutlamaya gittim. Hala çalışıyorlar, 5 nesildir çalışılmış.
“ABUK SUBUK OTELCİLİK VE KIYI POLİTİKASIYLA GİDEMEZSİNİZ”
O otel o kadar, gel buraya lenduha gibi kur, ondan sonra zengin ol, olamıyorsun, devrediyorsun. Bu olmaz, bunları düşüneceksiniz. 1980’lerin başında “turizm memleketi abat edecek” dendi, çünkü Özal’ın devrinde Demirel’in aksine hiçbir ciddi sanayi altyapı yatırımı yapılmadı. Hep böyle eski birikim, döviz oyunu, işte turizm… Mukadder Bey açıkça söyledi; sahillerimizin boyu budur, bunun Karadeniz kısmında pek turizm olmaz dedi. Geriye kalır Marmara, o kirleniyor. Kaldı sana Ege ve Akdeniz dedi. Bunun boyu bu kadar, Yunanistan’ın kıyılar boyu bu kadar dedi, 10 misli. İtalya’nınki bu, İspanya’nınki bu, 35 milyon, 50 milyon, 10 milyon, artmıyor. Seninki o tarihte bile 50 milyonun üstündeydi. Gelecek 80-90 milyon dedi. Bu insanlar şimdi yazın yerlerinde oturuyorlar. Çok yakında artık artan refah ve eğitimle kıyılara yığılacaklar dedi. Yığıldılar.
Böyle abuk sabuk otelcilik ve kıyı politikasıyla gidemezsiniz. Binaenaleyh size bunu söylüyorum, bu işlere de bakmanız lazım. Şüphesiz ki turizm Türkiye’de müthiş bir servis yarattı, çok büyük dallar çıkardı. En azından çok orijinal bir tercüman rehberler grubumuz var. Şüphesiz ki turizm, çok orijinal, çok tatlı otel menajerleri ve acenteciler grubu çıkardı. Bizim zamanımızda bile acentecilerin nefesi yarıda kesilirdi. Hiçbirinin ciddiyeti tam değildi. Yani bizim içimizden çıkma. Turizm Bakanlığı lisan bilen insanları kullanıp ateşeler yaratma kültürüyle ortaya çıktı. Bu memlekette turizm memuru diye adamlar var. Belki zaman zaman her parti kendine göre birilerini tıkıştırıyor ama o kadro var. Halbuki 1960’larda lisan bilen bakanlık hariciye bakanlığından başka yoktu. Bunların hepsi değişti ve bunun akademiye bile tesiri oldu. Mihmandarlıktan başlayan tarih, teografya, arkeolojide ilerleyen insanlarımız var.
“ATF BEYNELMİLEL BİR FUAR”
Antalya Turizm Fuarı 6. kez düzenlenmiş, hakikaten beynelmilel bir fuar. Görüyorsunuz, geliyorlar. Şüphesiz ki bunlar, turizmin kendi servis sektörünü yaratacağı şeyler. Bunlarla bir memleket hakikaten abat olur ve nereye gideceği bilinir. Turizm sulh zamanının eseridir. Bu anda bile işte güneyimiz patlıyor, doğumuz patlıyor, kuzeyimiz Allah vermesin. Hala Türkiye’ye turist sayısı artıyorsa bundan kimse övünmesin. Geçmişin mirasını günlük politikalarıyla izah etmek… Kendisi inanıyorsa çok feci. Bazılarını inandırıyorsa, inandırmayın. Çünkü yalan lafla gemi yürümez. Bu niye artıyor, sebebini bilmen lazım. Bunun arkasında pek zeki bir adam değildi ama çok tatlı bir adamdı: İhtiyar Selahattin Bey. Reşit Saffet Atabinen, Ali İhsan Göğüş ve tabii ki Mukadder Sezgin gibi adamlar vardır.
“ANADOLU’DA ARTIK OTEL DİYE BİR PROBLEM YOK”
Ben mimandarlığa başladığım zaman Ankara’da Van Derzee’den binerdik. Üç şoförümüz vardı. Bir Osman Bey vardı. 56 model Chrysler arabası var, lord arabası gibi tertemiz, bembeyaz. İçini devamlı temizliyor, bakıyor. Anadolu yollarında yaylı geziyorduk. Amerikalı zenginler bile hayran oluyordu arabaya. 56 Chrysler, 60’lı yıllarda düşün. 10, 15 yıllık araba, otobüs motobüs yoktu. İstanbul’dan tura çıkılır, Ege’ye 70’li yıllarda, iki şoför mükemmeldir öbürü terbiyesizdir, çirkeftir. Birtakım yerlerle anlaşmıştır, grubu orada durdurup yedirmek ister. Yahut muavin arabayı gece alıp kaçırır, kırar, döker, getirir, kalır grup ortada. En beteri yazın bir air-condition ya da mikrofon çalışmaz. Bizim kalacak yerimiz yok, kaldır dersin. Otel menajeri razı olur, sahibi gelir ukalalık yapar, Ürgüp’te falan. Bu kadar rezil şeylerle de uğraşıldı, bunlar kısmen halledildi. Bu kaç sene aldı, 50 sene değil mi? Oteller tabii çok mükemmel hizmet veriyor. Anadolu’da artık otel diye bir problem yok. Bütün Karadeniz’de doğru düzgün kalacağınız 2 otel vardı. Biri Vidinli, kalamazsın çünkü gittiğin zaman bazen şehrin sarhoş esrafı orada içer, kadın atar, sana ayrılan odayı doldurur. Hana gidersin, çok kötü, hele rehbersen. Bugün her şey değişti. Müzeler değişti, müzelerin idaresi değişti. O zaman için tek nefes alacağımız yer müze ve müze idaresiydi, Hatay Müzesinin mozaikleri hiçbir yerde yoktu, Ankara Arkeoloji hiçbir yerde yoktu, Kapadokya bu kadar tatlı değildi. Antalya sahilleri, hele Yunan ve Romalılar dağlarda oturmayı sevmedikleri için tek istisna olan Likya yani Termesos, Sagalassos, Myra bunlar istisnaydı. Orjinal güzel bir tabiattır. Doğuya gittikçe daha güzel şeyler görüldü ama bu sefer PKK yolda pasaport sormaya başladı. Buralardan geçerek insanlar bir yere geldiler.
Benim sınıf arkadaşım ve bakanım olan Atilla Koç, Alman Seyahat Acentacılar Birliği’nin başkanıyla görüşüyor. Atilla Koç’un başkasına ihtiyacı yok, İngilizcesi güzeldir, çok zekidir, esprilidir. Beni de çağırdı, yıl 2005 “Biz buraya tabiat ve tarih için geliriz. Paramız onun için verilir, eğer bunu tahrip ederseniz biz gelmeyiz” dedi. Böyle her yere “Ben turizm yapacağım” diye, Kapadokya’da olduğu gibi… Kayayı oyup değiştiriyor, oradan para kazanıyorsun. Buralarda şedid olmak lazım, devlete de fazla güvenmeyin. Çünkü devlet arkasında halkı görmezse bu mahalli haydutlarla baş edemez. Arkasında halk olacak, olmazsa çok zordur. Aynı şekilde devlet de yanında icabında onları görecek, halk da arkasında o zaman devleti görebilir. Bunlar önemli şeyler, protesto etmediğiniz takdirde ekmek tekneniz kurur.
“BUGÜN MEHTABI GÖREMİYORUM”
Belek, ben ilk geldiğim zaman 1963, Pinus ormanları… Onlar orman değil biliyorsunuz, Romalıların plantasyonları. Dünyanın en güzel, en romantik kısmıydı. Geçerken,”Antonius ve Kleopatra buraya mı gelmiş?” diyorsun. Mehtap vuruyor, bugün Allah versin, mehtabı göremiyorum. Pinus Ormanlarının ortasında golf sahaları. Konyaaltı Plajı’ndan başka bina yapacak yer bulamadınız mı? Git başka yere kur Allah aşkına, orada biraz da sanayi kurdular Antalya’da bir de o eksikti, böyle göç geldi. 1963’te nüfus 50 küsür bindi. Kim kaldırır bunu? Böyle bir şey olabilir mi dünyada? Bey Dağlarının dibine kadar oteller, burada turizm mi yapacağız, sanayi mi yapacağız, insanlar burada dinlenecek mi ya da insanlar burada yaramaz ülkelerin yaramaz nüfusunu mu barındıracak mülteci diye? Bu kadar rusu nerenize koyacaksınız çok merak ediyorum. Nüfus 20-30 bin, çok iyi ama 200 bin, 300 bin kişi birikirse o kadar Rus’u çekemem ben. Burada Rusya Emniyet Müdürlüğü ile kriminal ofis kurmam lazım o zaman. Bu kadar Suriyeli gelmez. Parçalanan Orta Doğu’nun iltica merkezi haline gelmeye başlarsa Türkiye, arkasından feci renkli terör çıkar. O terör turizmi kaçırır işte onu size söyleyeyim.
“İRAN’I BİLMEYEN BİR TÜRK REHBER OLABİLİR Mİ?”
Türk müzelerinin altı dolu, bunların envanteri de yapılmıyor, bilim dışında kalıyor. Mesela Arkeoloji Müzesi’ne, bilhassa bu metro kurtarma kazılarından sonra, yılda 8 bin eser giriyordu. Bunlara yetmez ki, Müze-i Humayun, arkaya bir bina çıktılar muhtes denen, çıkmaz olsalardı. Önüne bir de bulunan arşitrav frizlerine capitolleri koyuyorlar ama o da benim müzemi lekeliyor. Buna bir kelime buldum, historiyografik pollution. Millet 15. asrın sarayına mı bakıyor yoksa antikiteden kalma bir yere mi bakıyor? Al başına bela, yıkın şunu, çekin şunu diyorsun, 40 bin tane ukalalık. “Vay sen bizim arkeolojik eseri beğenmiyorsun” diyor, ben hiç beğenmiyorum. Sen daha mahallede çember çevirirken ben onları görmeye başladım. Onun için maalesef, tercüman rehber kursu gibi yerler bazen üniversitelerden çok daha yararlı, daha kaliteli, münevver tipi çıkardı. Tercüman rehber kursları da devletin kontrolüne girdikten sonra iyiliği kadar kötülüğü de oluyor. Mesela İran gezilerine ben kendim gittim, gitmiyorlardı. 86’dan beri gidiyorum modern İran’a. İran’ı bilmeyen bir Türk turist rehberi olabilir mi? Cahil demektir. Yunanistan’ı, İtalya’yı bilmeyen cahil demektir. Mısır’ı bilmeyen cahil, Lübnan’ı bilmeyen olmaz.
Gayet kolay şurada İran, ucuz. Vize de yok, git gör değil mi? Bunları yapacaktı, organize ettiler, istediğim gibi olduğunu söyleyemem. Çünkü sizinkilerle de iş yapmak çok zor. Fakat ne de olsa ben de onların eski üyesiyim, kızım da üyeleriydi. Güzel kitap yazanları var, yayınlamak lazım. Onun için şirketlerin ve rehber kuruluşlarının, otelcilerin bazı şeylere el atması gerekir. Otellerimiz iyi diye size İspanya ve İtalya’yı sepete atın demedik, gidin, görün.
Kraliçe Elizabeth ailesiyle birlikte İran’a gitti. Yarı prestij gezisi, İran’a iltifat, yarısı da hakikaten turizm. Bilhassa Charles Crown Prince olarak çok meraklı o kültüre. Şah mecburen valinin konağında misafir etti aileyi, kalabalık Britanya heyetinin bazı ikinci derecede heyetleri de İsfahan aristokrasisinin konaklarına oturdular.
Prenses Eşref’in ilk kocası İran’daki Şiraz’ın önemli toprak sahiplerinden, evinde şu an hukuk fakültesi var. Çok güzel bir bina böyle şeyler oldu ve Şah kudurdu tabi. ‘Bu vakte kadar bir otel yok mu? Süratle yapın’ dediler. Projelerden biri Şah Abbas devrindeki geniş han kervansaraydır.
Şah’ın ülkesinde düzgün otel yok. ‘Proje getirin’ dediği zaman mimarlar nefis projeler getiriyor. Çünkü 1960’larda Türkiye’de o kadar becerikli restoratör yoktu. Anladınız mı? Küçümsersiniz ama adamlar kültürlerine sahip. İşte turizm böyle yerlerde gelişir. Hakikaten bugün nefis oteller var. Tahran’daki oteller 60’larda Türkiye’den iyiydi. Tahran çok da turistik bir yer değil, sevmiyor insanlar. Ben de dahil gittiğim zaman müzeyi geziyorum.
“TUVALET KAĞIDI O EMİRNAME”
Konuk: Antalyamızda 1700 tane turist rehberi var. Burada bütün turist rehberi arkadaşlarım en az bir tane yabancı dile hakim. Fakat gündemimizde ‘dil bilmesine gerek yok’ denilen bir söylem var.
Tuvalet kağıdı o emirname. Siz de kavga edecek şey arıyorsunuz. Böyle Türkçe’yle falan mihmandarlık olmaz. Bana bakan deseydi ki, onu çıkardığı zaman, ben imtihan edeceğim Türkçe’den diye… Mesela şimdi rastlamadım, rastlasam hemen söylerim. “Kızım sen Türkçe’yi konuşamıyorsun, oğlum seslileri yutuyorsun. Gavurcayı nasıl konuşuyorsun, İtalyanca’yı falan?” derim. Önce bir Türkçe imtihanı, ona varım, saygım da var. Bu herifin Türkçe hazinesi kaç? Sıradan Türk gibi iki binin üstüne çıkmıyorsa olmaz. Siz sıradan Türk değilsiniz. Ondan sonra bir daha bakarsın. Türkçesi 2 binin üstüne çıkmayan adam eğer ana dili buradaysa burada büyümüşse kesin ecnebi dili de onun üstünde değildir. Böyle emirler olmaz tabi Türkçe bilecekler. Onlarla kavga da çıkarmayın. Kim ne yapsın Türkçe bilen rehberi, Türkler geziyorsa eyvallah ama Türkler rehber falan tutmaz. ‘Allah her şeyi bilir, tövbe estağfurullah, Türkler daha iyi bilir’ biliyorsunuz.
“GASTRONOMİYİ İYİ BİLMEK ZORUNDASINIZ”
Ben turizmde yozlaşmaya girdiğimizi düşünüyorum. Yabancılara kendi kültürümüzü, kendi yemeğimizi tanıtmak yerine Yunan mutfağı, Meksika mutfağı, Asya mutfağı gibi bu tarz mutfaklar gündeme gelmeye başladı. Ayrıca işte Oktoberfest, Halloween parti gibi etkinlikler arttı.
Şimdi adam burada bir ay kalıyor. büyük merkezlerde mecbur değil illa sırf Türk yemeği yemeye, başka şey istiyorsa onu da bulabilmeli. Burada 20 milyonluk bir başkentimiz var, 5 milyonluk bir resmi başkentimiz var. Antalya var, buraya herkes gelir, her şeyi sorar. Sırf Türk mutfağı değil, her şey olur. Ama siz gastronomiyi iyi bilmek zorundasınız. Maalesef büyükannesi ve annesinden mutfak öğrenmeyen kız çocuklarıyla, oğlan çocuklarıyla bu iş yürümez. Siz kendiniz bileceksiniz en başta.
‘Mutfakta ne biliyorsun?’ dedim birine. Hukuk fakültesinde uygarlık tarihine derse girmiyormuş. ‘Ne yapayım?’ diyor, elinin körünü yap, ben ilkokul öğretmeni miyim? Girersen girersin. ‘Ne yapıyorsun? Dolma sarmayı biliyor musun?’ dedim. “Ay beni aşağılıyorsunuz” dedi. Dolma sarmanın aşağılık bir iş olduğunu kim öğretti sana kızım? Size bir olayı anlatayım. Benim Viyana’dan arkadaşım, çok muhterem, Allah rahmet eylesin, bir Avusturyalı yüksek mühendis, benden çok büyük, babam yaşında, öldü, dostum vardı. Bir yere gittik, içimizde bir de Viyana meşhur hukuk müşaviri vardı. Bir yere girdi bizden ayrılıp, ‘Ne yapıyor bu Gerda Hanım?’ dedik. “Gerda sadece sıcak su pişirir, meyhaneden çorba alıyor evine” dedi. Biz de “Aman ne yapalım canım koca hukukçu” falan dedik. “Böyle deme” dedi. “Bu gibi tipler, harbi umumide vesikalarıyla verilen yemekle bile doyamayıp geberdiler. Biz çöpten topladığımız patates ve kemikle çıktık” dedi. Yani patates ve kemikle yemek hazırlayabilirsin. Bir de böyle efendi gibi yersen midene doğru oturur çıkarsın.
Yemek, gastronomi çok önemli. O kıza da cevabım şu oldu, “Gelecek hafta derse gel” dedim. Arada gittim bizim Neslişah Sultan’a, efendim salak bir tabadan biri vardı, yemek yapmayı küçük görüyor. Lütfederseniz sizin saray usulü su böreğinden ve bir limonatanızdan göstereyim şuna” dedim. “Bak bunları görüyor musun? Bunu Vahdettin’in torunu ve Mısır’ın kral naibesi hazırlıyor. Senin gibi hödüklerde koca dayağı yer zaten. Çünkü o tip insanın bulacağı kocada da iş yoktur.” Siz mihmandarsınız, yemeği kendiniz bileceksiniz ve bu işleri organize edeceksiniz. Yani icabında ev yemeği yapan, ara sıra uğradığınız yerde kendi grubunuz için bir şey ısmarlarsınız. Yozluk, tembellik geliyor.